ile

Armağanda Yaşamak

Yıl 1995, İstanbul’dan Göcek’e göç etmiş, kariyerimi bırakmışım. Yaşadığım hayatın ve yaptığım işin sanal olduğunu düşünmeye başlamış, “sahici” diye gördüğüm küçük bir sahil kasabasına sığınmışım.

İngiliz bir arkadaş edinmişim. Benden çok önce sistem dışına çıkma basireti göstermiş biri. Hem hayranım, hem anlamakta zorlanıyorum. Kafamın içinde hâlâ yetiştiğim kültürün kodlarını taşırken, şahit olduklarıma inanamıyorum. Çünkü onları anlamak için referanslarım yok. Mesela bir gün PTT’ye uğruyoruz; İngiltere’den bir mühendis arkadaşının ona yollayacağı paranın gelip gelmediğini soracağız. Arkadaşı ona 1000 İngiliz sterlini yollayacakmış armağan olarak. Yani karşılıksız. Çünkü dostumun seçtiği yaşam, mühendis arkadaşına ilham veriyormuş. Mühendis henüz böyle bir seçim yapamasa da, sistemin içinde çalışıp ona göre yaşasa da, bir gün kendisinin de böyle bir seçim yapabilme olasılığını görüyormuş benim İngiliz arkadaşta. Onun için de ona destek oluyormuş, seçtiği yolda var olabilmeye devam edebilsin diye. Bildiğimiz sponsor kavramı yani.

Bunu duyduğumda inanamamıştım. Bu nasıl bir yüce gönüllülüktür yarabbi, bugün karşılıksız olarak aile fertleri bile birbirine para vermezken, nasıl bir şey bu?

Sonradan, İngiltere’deki mühendisi anlamak bir nebze daha bir kolay geldi de, benim dostum bunu nasıl kabul edebiliyor? Nasıl içine sindiriyor? Bunu anlamakta zorlandım daha çok.

Ondan sonraki yaşamım, bana verilen yüklü borçlar ve benim geri ödemekte zorlandığım yıllarla geçti. Gün geldi hepsini ödeyebildim. Karşılıklılık hali benim için doğaldı ve de iç rahatlatıcıydı.

Ta ki, bu yılın başına kadar. Sene başını henüz geçmiştik ki bir duyuruyla karşılaştım: Armağan Ekonomisi Atölyesi… Aklıma ilk gelen açıklama, ekonomik armağanlar alma ya da yapma konusunda bir şey olması gerektiğiydi. Tüketimin şahikasına vardığımız günümüz dünyasında, yavaş yavaş ekonomik olacak tarzlar öğretilmeye başlanmıştı diye düşündüm. Ama atölye çalışmasının detayını okuduğumda, konunun ilk aklıma gelenle hiç bir ilgisinin olmadığını gördüm.

Armağan Ekonomisi çalışmaları, çağımız düşünürlerinden Charles Eisenstein’ın son bir kaç yıldır üzerinde önerilerde bulunduğu yeni bir ekonomik düzen. Charles; içinde bulunduğumuz sistemin varlığını sürdürebilmek için, devamlı büyümek zorunda olması nedeniyle geldiğimiz noktanın, büyümek için doğaya saldırıya ya da savaş çıkarmaya dönüştüğünü ve insanların bir zamanlar birbirleriyle yardımlaşma olarak yaptıklarının, şimdilerde paraya tahvil edilen hizmetler haline geldiğini güzelce anlatıp, “bunun böyle devam etme şansı kalmadı” diyor. 2008 krizinin savuşturulmasının geçici olduğunu, bir kaç yıl içinde savuşturma yöntemlerinin de işe yaramayacağını anlatıp, yeni bir ekonomi anlayışına geçişin yumuşak yoldan nasıl olabileceğine dair yol haritası veriyor. Türkçeye de çevrilmiş olan KUTSAL EKONOMİ[1] kitabından ve kendi web sitesindeki videolardan önerileri öğrenmek mümkün.

Beni heyecanlandıran satırları siz de okuyun istediğim için, bazı kavramları anlatan bölümleri kitaptan alıntıladım.

Kitabın giriş bölümünde düşünür Eisenstein, ekonomiye KUTSAL demekle neyi anlatmaya çalışıyor?

“Kimi kişisel gelişim gurularının bizi inandırdıkları gibi değişmesi gereken yalnızca paraya ilişkin tutumlarımız değil; daha çok, değişmiş tutumları özümseyip pekiştiren yeni para türleri yaratacağız. Kutsal ekonomi, bu yeni parayı ve onun etrafında oluşacak yeni ekonomiyi tanımlıyor. (…)Söz ettiğim değişmiş tutumlar, insan olmanın anlamının ta özüne iner: yaşamın amacına, insanlığın gezegendeki rolüne, bireyin insan topluluğuyla ve doğal toplulukla ilişkisine, hatta bir birey, bir benlik olmaya ilişkin anlayışımızı içerir. Parayı (ve mülkü) benliklerimizin bir uzantısı olarak duyumsuyoruz ne de olsa; bu nedenle onu betimlemek için “benim” iyelik zamirine, kollarımızı ve başımızı belirtmekte kullandığımız zamire başvuruyoruz. Benim param, benim arabam, benim elim, benim karaciğerim.”[2]

“ Kutsal olan nedir peki? Kutsallığın iki yönü vardır: eşsizlik ve bağlantılılık. Kutsal olan bir nesne ya da varlık, özel, eşsiz ve benzersizdir.”

“Günümüzde kutsallığından yoksun kalmış bir dünyada yaşıyoruz ve bu nedenle, bize kutsal bir dünyada yaşadığımız hissi veren çok az şey var. Kitlesel olarak üretilmiş, standartlaştırılmış ticari mallar, kişiliksiz evler, birbirinin aynı yiyecek paketleri ve kurumsal görevlilerle kişiliksiz ilişkiler dünyanın eşsizliğini gözlerden saklıyor. Şeylerimizin kökenlerinin bize uzaklığı, ilişkilerimizin anonimliği ve ticari mallarımızın üretiminin ve imhalarının sonuçlarının görünmezliği, bağlantılılığı gözlerden saklıyor. Dolayısıyla, kutsallık deneyiminden yoksun yaşıyoruz. Eşsizliği ve bağlantılılığı gözlerden saklayan tüm şeyler arasında en önde geleni de para elbette. Madeni para fikri tam da standartlaşma hedefiyle ortaya çıktı. (…) Size kim verirse versin, bir dolar aynı bir dolardır. (…)

Süpermarketteki domatesle komşumun bahçesinde yetiştirip bana verdiği domates arasında ne fark var? Prefabrike bir evle, beni ve yaşamımı anlayan biri tarafından, benim katılımımla inşa edilmiş bir ev arasında ne fark var? Bu temel farklar, verenle alanın eşsizliğini kapsayan özgül ilişkilerden doğar. Özenle yapılmış bir öyküler ağıyla tanıdığımız insanlara ve yerlere bağlanmış bu tür şeylerle dolu bir yaşam, zengin ve besleyici bir yaşamdır. (…)

Ekolojide bu, karşılıklı bağımlılık ilkesidir: tüm varlıklar hayatta kalmak için, onları çevreleyen öteki varlıkların oluşturduğu ağa bağımlıdırlar ve bu ağ sonunda tüm gezegeni içerecek şekilde genişler. Herhangi bir türün soyunun tükenmesi kendi bütünlüğümüzü, kendi sağlığımızı, kendi benliklerimizi eksiltir; tam da benliğimizden bir şey kaybolur.”[3]

Önce Armağan Ekonomisi atölyesine katıldım, sonra kitabı okudum. On sekiz yıldır, armağanda yaşayan toplulukların hemen yanı başına yerleşip yaşamama karşın, topluluğun içine kabullenilmemiş olduğumu, bunun sonucu olarak da; kendi armağan çemberlerine almak yerine, beni, hep kazanç kapısı olarak gördüklerini fark ettim. Çünkü topluluk bana, “yabancı” demişti bir kere ve yılların üst üste eklenmesi onların bu gerçeğini değiştirmemişti. Gerçekten de ülkemizde köylerde hâlâ armağanda yaşanıyor. Yardımlaşmaları, birbirinden alıp vermeleri, kendi üretimlerini sağlamalarıyla, yaşamları, şehirlerdeki sistemin dayattıklarına pek benzemiyor.

Atölye çalışması, yarattığı farkındalıkla kendi topluluklarımızı oluşturma yönünde bizi harekete geçirdi. Bunları oluşturmak o kadar zor değil bizler için. Çünkü, yaşadığımız toprağın kültüründe var olanı canlandırmaya çalışıyoruz sadece.

Ne tuhaftır ki bir topluluk oluşturmak günümüzde en çabuk haliyle sanal dünyada gerçekleşiyor. Sosyal Medyada, -eskinin mürekkep yalamışları örneği- “atölye görmüş” kişiler olarak hemen bir armağan öyküleri grubu oluşturduk. Bu konunun çeşitli illerdeki atölye çalışmalarına katılmış, Charles’ın fikirleriyle yüreği ısınmışlar olarak, birbirimizi tanımasak da ortak değerlerimiz bizi hemen harekete geçirdi. İçimizden biri, kitle fonlamasıyla gerçekleştirebileceği bir proje sunarak destek istediğini duyurdu. Projenin güzelliğini gören grup üyeleri, fon için armağan yağdırmaya başladı. Böylesi bir muhteşemliği ilk kez yaşıyordum. Kişiler kendi yeteneklerini armağan ediyorlardı: baskısı tükendiği için piyasada bulunamayan kitabının, elindeki son üç beş tanesini isteyene yollayabileceğini, bunun parasal karşılığını fona destek olarak vereceğini ilan etti mesela bir arkadaşımız. Bir diğeri yaptığı ev reçellerinden almak isteyenlere yollayabileceğini, buradan gelecek gelirin yine proje fonuna aktarılacağını duyurdu. Başka bir arkadaş yaptığı takıların fotoğraflarını koyup, parasının fona aktarılmak üzere isteyene gönderebileceğini yazdı. Böylesine yaşanan “armağan uçuşmaları” sonucu, proje fonu için gereken miktar bir ayda toplanabildi. Topluluğun gücünü görüp deneyimlemek için harika bir fırsat oldu bu örnek.

Becerilerini fon için armağan edenlere, projenin inşasında bilfiil çalışarak bilgi ve yeteneklerini armağan edenler de eklenmişti. Kimileri de fona doğrudan parasal yardımda bulunarak armağanlarını yollamışlardı.

Kutsal Ekonomi kitabında Charles ARMAĞAN konusunda diyor ki:

“Başlangıçta Armağan vardı: dünyanın arketip başlangıcında, yaşamlarımızın başlangıcında ve insan türünün bebeklik çağında. Bu nedenle minnet bizim için öylesine doğal, öylesine ilksel, öylesine esastır ki, tanımlaması bile çok zordur. Bir armağan almış olma duygusu ve karşılığında bir şey verme arzusudur belki.

(…) bu kitap daha çok, içimizde gizli kalmış armağan ruhunu uyandırmayı ve bu ruhu somutlaştırıp teşvik edecek kurumları oluşturmayı amaçlıyor. Günümüz ekonomik sistemi bencilliği ve açgözlülüğü ödüllendiriyor. Bunun yerine kimi eski kültürlerdeki gibi cömertliği ödüllendiren bir ekonomi sistemi neye benzerdi?”[4]

“Armağanlar karşılıklı olabilse de, genellikle daireler içerisinde akarlar. Ben size veririm, siz başkasına verirsiniz…ve sonunda biri bana geri verir.”[5]

“Günümüzün kapalı ve ardında hiçbir yükümlülük bırakmayan para işleminin aksine armağan işlemi açık uçludur ve katılımcılar arasında sürekli bir bağ yaratır.”[6]

“(…) Günümüzde para, ‘Benim için daha fazlası, senin için daha azı demektir’, ilkesini içerirken, armağan ekonomisinde senin için daha fazlası benim için de daha fazlası demektir, çünkü sahip olanlar gereksinenlere verirler. Armağan, henüz kişinin kendisinden ayrı olmayan, kendisinden daha büyük bir şeye katılma yönündeki mistik farkındalığı pekiştirir.”[7]

Armağanlarımız mı topluluğumuza çimento oldu, yoksa topluluğumuz mu bizi armağan vermeye teşvik etti diye düşünüyorum. Bu konuda Charles’ın yazdıkları soruma cevap sanki:

“Toplumsal ilişkilerin ticarileşmesi bize tüketmekten başka yapacak hiçbir şey bırakmıyor. (…) Topluluk ve yakınlık ortak tüketimden değil, ancak vermekten ve ortak yaratıcılıktan doğabilir.

(…) Ancak tüm yapı taşları –birbirimiz için yaptığımız şeyler- paraya dönüştürülmüşse, topluluğu nasıl inşa edebiliriz? Topluluk armağanlarla örülür. İşlemin ardından hiçbir yükümlülüğün kalmadığı para ya da takas işlemlerinin tersine armağan her zaman minnet, bir şey almış olma bilgisi ve karşılığında bir şey verme arzusudur.[8]

Aldığı armağanlara karşı duyduğu minnetle, topluluğumuzu, kutlamaya davet ettiğini ilan etti bu kez arkadaşımız. Topluluğun pek çok üyesi ilk kez karşı karşıya gelip, tanıştı bu kutlamada. Sanal dünyadan dışarı çıkmış, birbirimiz için ete kemiğe bürünmüştük. Bence, esas kutlanan, katkıda bulunmanın verdiği tarifsiz güzel duygulardı. Çünkü artık verecek hiçbir şeyimizin kalmadığını düşündüğümüz bir dünyada yaşıyorduk. Her şeyi, ama her şeyi dışarıdan alabildiğimiz bir dünyaya dönüşmüştü bizimki. Arkadaşımızın ortaya attığı bu fonlama çalışması işte bu düşünceyi yok etmişti.

“Geleceğin topluluğu paranın karşılayamayacağı gereksinimlerden doğacak.”[9] diye boşuna yazmamış Eisenstein.

Topluluktan bağımsız olan kişisel hikâyemdeyse, armağan vermeyi almaya göre daha rahat yaşadığımı görüyordum. Bende olanı ihtiyaç duyanla paylaşmayı kolaylıkla yapıyordum, benim ihtiyacım olduğundaysa hâlâ rahatlıkla isteyemediğimin farkındaydım. Neyi yapmakta zorlanırsak öğrenelim diye karşımıza çıkar ya, benim de çıktı. Ama ilginç bir şekilde kendim için değil de başkası için istemem gerekti. Armağan Ekonomisini bilen bir arkadaşım, yaşadığım harika yeri gördüğünde, ev sahibime ait boş duran binalardan birinde on gün kalmayı arzuladığını söyledi. Doğum günü yaklaşıyordu ve ev sahibim, o binayı on gün için kendisine armağan olarak verir miydi acaba? Benden ev sahibime bu soruyu sormamı rica etti. Telefonda bu konuyu anlatabilip, isteği iletebilme becerisi gösterdim. Ev sahibim istek karşısında şaşırıp, düşünmek için zaman istedi ve on beş dakika sonra arayarak kabul ettiğini söyledi. Arkadaşım kendine on günlük tatil hediye etmenin yanı sıra, bana ve ev sahibime de verme duygusunun kalplerimizde yarattığı tatminini yaşatmıştı. Böylece hepimiz armağan almıştık aslında.

Ama armağan ağları bu kadarla kalmadı, örgü devam ediyordu. Yaz sezonu yaklaşırken ortaya çıkan iş imkânlarını değerlendiriyor, görüşmeler yapıyordum. Hiç biri içime sinmiyordu. Doğadaki işleri seçmeme karşın işlerin hepsinin kâr ve üretim odaklı olması beni rahatsız ediyordu. Sonunda hiçbirinde çalışamayacağımı hissettim. Artık ben, insanın kalbinden hareketle konuşmadığı, sadece mantıksal ve çıkarsal bakılan ortamların katılığında var olamıyordum. Uzakta yaşayan bir arkadaşım, yaşadığım bu iş görüşmeleri süreçlerini telefon sohbetlerimizden takip ediyordu. Para kazanmak uğruna herhangi birini seçmemin mümkün olmadığını gördü. Sonra bir gün beni arayıp, bana epey yüklü bir miktar para yollamak istediğini söyledi. Bu yaz para kazanma baskısından beni kurtarmak istemiş, baskı altında kalmadan yaratıcılık yapabilmem için bana sponsor olmuştu adeta. İşin ilginç tarafı bu arkadaşım Kutsal Ekonomi – Armağan öyküleri grubumdan filan da değildi. Hayat, yazımın başında anlattığım sponsor hikayesinin aynısını yıllar sonra bana yaşatmıştı. Ne ilginçtir ki; birkaç yıl önce benim yaptığım bir sponsorluktaki rakamın iki katı olarak bana geri dönen bir armağandı bu. Yukarıda Charles’ın yazdığı gibi: “Armağanlar karşılıklı olabilse de, genellikle daireler içerisinde akarlar. Ben size veririm, siz başkasına verirsiniz…ve sonunda biri bana geri verir.”[10]

Armağanda yaşamayı becermiştim ama armağanda çalışmayı nasıl gerçekleştirecektim?

Eisenstein ARMAĞANDA İŞ başlığı altında, ABD’de Armağan Ekonomisini yaratıcı biçimlerde uygulayan bazı işletmelerden örnekler vermiş:

Temel ilkelerden birine ya da ikisine göre iş yapan işletmelerden örnekler bunlar. İşte temel ilkeler:

Fiyatı veren değil alan belirler (karşılık armağanı)

Karşılık armağanı ilk armağanın alınmasından önce değil sonra seçilir.

“Karşılık armağanı sonradan geldiğinden, armağana dayalı geçime adım attığımızda bir süre inançla yaşarız. Karşılık garantisi olmadığında, içten olup olmadığımızı öğreniriz. (…) Benim deneyimlerime göre, armağana doğru atılan her yeni adım korkutucudur. Vazgeçişin gerçek olması gerekir, yoksa karşılık olmayacaktır.” [11]

“Kaliforniya’daki Berkeley Karma Kliniği iki yıldır insanları armağan temelli olarak bütüncül tıpla tedavi ediyor. Konsültasyon ya da tedaviden sonra hastanın aldığı faturanın üzerinde şunlar yazıyor:

‘Konsültasyonunuz, sizden önce gelmiş bir kişinin cömert armağanıdır. Siz de bu ruh içerisinde ileriye dönük armağan vermek isterseniz, bunu kendi seçtiğiniz biçimde yapabilirsiniz. Parasal ya da öteki armağanlar Karma Kliniği ofisindeki armağan kutusuna bırakılabilir ya da postayla…’ [12]

Eisenstein, internetteki Armağan Ekonomisi örneklerini anlatırken, hiçbir ücret ödemeden elde edebildiğimiz OpenOffice adlı ofis programından söz etmiş; “burada ‘bedavaya’ sözünü kullanmakta duraksıyorum, çünkü bu sözcükler herhangi bir karşılık armağanının neredeyse reddedilmesini ima ediyor. Openoffice örgütü bağış kabul ediyor ve yazılımı indirenleri çeşitli biçimlerde katkıda bulunmaya teşvik ediyor” demiş.

Bir başka örnek olarak da müzik sektörünü vermiş, “Pek çok müzik grubu da müziklerini çevrimiçi olarak “bedavaya” sunuyor” demiş.

Yazımın bu noktasında, yukarıda uzun uzadıya paylaşmaktan kendimi alamadığım bu kitabın hayatımda çok önemli değişimlere neden olduğunu söylemek isterim. Okuduklarım, içimde yankı buldu ve iki önemli karar almama neden oldu. İlki; yazdığım kitaplarımı web sitem üzerinden herkese açık olarak paylaşmaya karar vermem[13]. Yani “Armağanda çalışmak”. Bir kitabı okuma deneyimi her insan için farklıdır. Bazıları için zaman kaybı olabilir, bazıları içinse yaşam dönüştürücü olabilir. Bu sebeple herkesten aynı karşılık armağanını almak doğru değil. Okuyucu, minnetini yansıtan bir armağanı yollarsa yazarın yaptığı paylaşım anlam kazanmış olur diye düşünüyorum. İkinci kararımsa, bir toplulukta yaşamak doğrultusunda oldu.

Eisenstein, kitabının TOPLULUK’la ilgili bölümünde şöyle diyor:

“(…) Günümüzde en büyük karşılanmamış gereksinimlerimiz arasında yer alan yakınlık ve bağ bizi rahatsız ediyor. Gerçekten görülüp duyulmak, gerçekten tanınmak derin bir insani gereksinimdir. Ona duyduğumuz açlık öylesine sürekli, yaşam deneyimimizin öylesine parçasıdır ki, sudaki balık nasıl ıslak olduğunu bilmezse, biz de ne kaçırdığımızı bilmiyoruz. Neredeyse herkesin normal saydığından çok daha fazla yakınlığa ihtiyacımız var. Her zaman yakınlık açlığı çektiğimizden, ona en yakın vekillerinde teselli ve destek arıyoruz: televizyon, alışveriş, pornografi, gösterişçi tüketim, acıyı yatıştırmak, bağlantılılığı hissetmek ya da görünüp tanınabileceğimiz, en azından kendimizi görüp tanıyabileceğimiz bir imge yansıtmak için başvurabileceğimiz her şey.

Kutsal ekonomiye geçişin psikolojimizdeki bir geçişe eşlik ettiği çok açık. Günümüz söyleminde genellikle fiziksel yakınlık ya da salt ağ anlamına gelen topluluk bundan çok daha derin bir bağdır: kişinin varlığını paylaşması, benliğini genişletmesidir. Bir toplulukta yer almak kişisel, karşılıklı bağımlılık içeren bir ilişki içersinde olmak demektir ve bir bedeli de vardır: bağımsızlık yanılsamamız, yükümlülükten bağımsızlığımız. İkisine birden sahip olamazsınız. Topluluk istiyorsanız, yükümlü, bağımlı, bağlı, ilişkili olmaya istekli olmalısınız. Gidip başka bir yerden satın alamayacağınız armağanlar verecek ve alacaksınız. Kolayca başka bir kaynak bulamayacaksınız. Birbirinize ihtiyacınız var.”[14]

İşte ben de “varlığımı paylaşmak, benliğimi genişletmek” üzere, yükümlü, bağımlı, bağlı, ilişkili olmaya karar verip, “armağanda yaşayıp, çalışan” arkadaşlarımla bir arada yaşamaya başladım. Ne demişti Eisenstein: “Topluluk ve yakınlık ortak tüketimden değil, ancak vermekten ve ortak yaratıcılıktan doğabilir.”[15]

Topluluğumuz henüz küçük ama büyüme potansiyeli çok fazla. Bu deneyimi ileride yine paylaşacağım.

[1] KUTSAL EKONOMİ, Okuyan Us yayınları

[2] Age s: 11-12

[3] Age s: 14-15

[4] Age s: 21-23

[5] Age s: 23

[6] Age s: 25

[7] Age s: 26

[8] Age s: 79-80

[9] Age s: 80

[10] Age s: 23

[11] Age s: 328-329

[12] Age s: 329

[13] Bu konuda çalışmam devam ediyor, en geç yeni yılda web sitemden indirilebilecekler.

[14] Age s: 343

[15] Age s: 79

(Martı Dergisi’nin Aralık 2013 sayısında yayınlanmıştır)

Yorum Yaz

Yorum

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.