ile

Dünya yerinden oynar kadınlar yürüyünce

Tamera’da bir öğlen yemek sonrası, “açık alan” tekniğiyle yapılan çalışmaya katılmak üzere Kültür Merkezine gelmiştim. Belki yine Orta Doğu bölgesine dair bir alan açılır da ona katılırım diye asılı olan alan isimlerine bakıyordum. Çekildiğim alan, “Polonya-İsrail-Filistin, bir aşk hikâyesi” başlığıydı. Polonya’nın konuyla ilgisi nedir diye merak ederek Karo isimli Polonyalı kadının masasına doğru gidip oturdum. Başlama saati geldi ama benden başka gelen olmadı masaya. Karo biraz daha bekledi, yine değişen bir şey olmadı, sadece ikimizdik. Çaresiz, “başlayalım o zaman” dedi ve neden bu alana geldiğimi sordu bana. Ben de Türkiye’nin çatışma bölgelerinden toplantıya katılan kimse olmadığı için, kendime en yakın hissettiğim bölgenin çalışmalarına katıldığımı anlattım. Zaten öteden beri de İsrail – Filistin barışının önemine inandığımı söyledim. Türkiye’de çatışmanın neden kaynaklandığını sordu. Ona, geçmişin travmalarla dolu olduğunu, inkâr aşamasından çıkıp da görmek, tanımak, kabullenmek aşamalarına geçemediğimiz için çatışmaların devam ettiğini, barışın kurulamadığını anlattım özetle. O da bana, açtığı bu alanın adını nasıl seçtiğini, arkasındaki hikâyeyi anlatmaya başladı. Henüz ilk cümlelerini söylerken masamıza Filistinli bir kadın geldi ve  yanıma oturdu. Hikâye baştan alınıp neredeyse aynı noktaya gelindiğinde masaya en uzak köşesinden İsrailli bir kadın yaklaştı ve o uzak köşeye oturup dinlemeye başladı. Yüzünde Polonyalı Karo’ya karşı sert bir ifade taşıyor gibi hissettim. İsrailli kadını aynı küçük grupta çalıştığımız için daha önceden tanıyordum. Klinik psikolog olarak travmalarla çalıştığı ülkesinde yaşananların ağırlığına dayanamayarak bir süre önce Berlin’e taşınmış olduğunu biliyordum. Barış’a inanıyor ve Filistinlilerle beraber barış için çalışıyordu. “Defend the Sacred-Kutsalı Savunmak” toplantısına katılan tüm İsrailli ve Filistinliler sık sık birbirlerine sarılıyor, sürekli beraber olmaya gayret ediyorlardı, amaçları Ortadoğu Barış Araştırma Köyü Projesi için çalışmaktı. Ama bugün nedense masaya otururken beden dili barıştan izler taşımıyordu. Karo, Yahudilerin Polonya ile ilişkisinin çok eskiye dayandığını, Yidiş dilinde Poliş kelimesinin vaat edilen toprak demek olduğunu ve Polonya’da bir zamanlar yaşayan Yahudi nüfusun çok yüksek olduğunu anlattı. Henüz Naziler ortaya çıkmadan Polonyalı Katolik Hristiyanların Polonyalı Yahudilere karşı kitle halinde şiddet (pogrom) uyguladığını ve bu olayı kendisinin de son zamanlarda öğrendiğini söyledi. Geçen sene Tamera’ya eğitim için geldiğinde Tamera topluluğunda yaşayan İsrailli bir adama aşık olduğunu ve tarihin bu üstü örtülü hikâyesini ondan öğrendiğini, daha sonra ülkesinde yaptığı araştırmalarda kendi evlerinin de bir zamanlar pogroma uğramış Yahudi bir ailenin evi olduğunu keşfettiğini anlattı. Karo o noktadan sonra kendini Polonyalılarla İsraillilerin barışına adadığını söyledi. Karo’nun inancına göre; Polonyalı Hristiyanların, Yahudilere uyguladıkları pogromu tanıyıp, kabul etmeleri halinde travma karşılıklı olarak şifalanacak, ve bu şifanın da İsrail-Filistin çatışmasına etkisi olacaktı.

Karo hem benim hem de Filistinli kadının hiç duymadığımız bir hikâye anlatmıştı. Tarihin bize anlattığıysa, vaat edilmiş topraklar diye bildiğimiz Filistin topraklarının bir kısmının Birleşmiş Milletler tarafından 1948’de İsrail devletini kurmak üzere Yahudilere sunulduğu üzerinedir. Yahudilerin yetmiş yıldır, yanlış yerde konumlandığını duymuştuk birdenbire. İkinci dünya Savaşından sonra soykırımdan kurtulan Yahudilere uygun görülen toprakta o günden sonra başlayıp hiç dinmeyen kavganın, çatışmanın ve savaşın arka planında bambaşka bir hikâye ortaya çıkmıştı.

Karo’nun anlattıkları doğruysa savaşın galipleri Yahudilere vaat edilmiş toprak olan Polonya topraklarında, yani Avrupa’nın içinde bir İsrail devleti istememişlerdi. Bu hikâye dillendirilmemiş olduğu için inandırıcılığı da zayıf gelmişti bana. Ama İsrailli psikolog, Karo’yu dinledikçe masanın en uzak köşesinden yavaş yavaş kayarak ona doğru yaklaştı ve sonunda tam yanına oturdu. Gözleri yaşlarla dolmuştu. Annesinin Polonya Yahudi’si olduğunu, pogromdan kaçtıklarını anlattı. Annesi, Polonyalı Hıristiyanları hiç affetmemiş ve bir daha o topraklara hiç gitmemeye yemin etmiş. Annesinin acısını üstüne giymiş olan İsrailli kadın öfkeyle karışmış göz yaşlarıyla Karo’ya bunları anlatırken, Polonyalıların kendi topraklarını işgal ettiklerini söyledi. Filistinli kadın, “aynı bizim topraklarımız gibi” diye lafı yapıştırdı. İsrailli kadın o anda yaşadığı farkındalıkla kendisine aynalık yapan Filistinliye, “senin buradaki varlığın benim Karo’yla konuşmamı engelliyor” dedi. Hepimiz travmalarımızı, ve birbirimizle olan bağlarımızı görmüştük. Hiçbir şey birbirinden ayrı değildi. Barış tam da buradan başlıyordu: Hikâyelerimizi paylaşmaktan.

Ben o gün o masada üç kadının yaşadığı bağlantıya şahit olmuştum. Dördümüz göz yaşlarıyla birbirimize kenetlenirken ben de kendi ülkemin hikâyelerini düşünüyordum. İşin sonu nasıl bitti derseniz, sadece sarılmakla kalmadık. İsrailli, annesiyle konuşacağını ve onu alıp Polonya’ya götüreceğini ve Karo’nun kendisini adadığı bu yolculukta onunla beraber çalışacağını söyledi. Kadınlar acılarını dönüştürmüş, barışla şifalandırmışlardı.

 

Bu hafta, iki ay önce yaşadığım bu anıyı bana hatırlatan bir gelişme oldu da onun için yazıyorum bu satırları. Birkaç gün önce İsrailli ve Filistin’li kadınlar birlikte “Women Wage Peace” hareketinin düzenlediği iki hafta süren yürüyüşlerini tamamlayıp Kudüs’e ulaştılar. “Barışa Yolculuk” isimli yürüyüşlerine 24 Eylül’de başlamışlardı, 10 Ekim’de Kudüs’te tamamladılar. 8 Ekim’de Ürdün sınırındaki Ölü Deniz’de(Dead Sea) çok büyük bir çadırda buluştular. Her iki taraf da kendi yönetimlerine Barış Anlaşması isteklerini ilettiler. “Barış Mümkün” dediler. “Daha fazla gencin ölmesini istemiyoruz” dediler. Binlerce kadın barışı temsilen beyazlar giymişti. Birlikte eğlenerek, çölleri geçerek “Barış yolculuğu yaptılar”. Erkeklerin dünyasına karşı seslerini yükseltip görünür olmaya çalıştılar. “Artık yeter, Barış istiyoruz” dediler.

Elli gün süren son Gazze savaşından sonra 2014’de kurulan bu hareketle bir araya gelen kadınlar, bir sonraki savaşı durdurabiliriz inancıyla organize olmuşlar, birbirlerini tanıyıp, dinlemişler, kalpten kalbe anlaşmışlardı. Anlaşmayan, anlaşmak istemeyen politikacılarına sesleniyorlar, “yeter artık” diyorlar ama sesleri ana akım medyada ne yazık ki gerekli yeri bulmuyor. Bilakis görmezden geliniyorlar diye düşünüyorum. Mesela biz Türkiye’de ana akıma dair TV veya gazetelerde tek satır okuduk mu, tek kare gördük mü bu eyleme dair?

 

Bu iki hikâyeyi  yazarken fark ettiğim şey, işimizin, birilerinin işine gelmeyen durumları görünür kılmak için yollar bulmak olduğudur. Yürüyüş düzenleyici ekipten Filistinli Hüda Abuarquob’un söylediği gibi, “Bu yürüyüş sadece yeni bir protesto değil, Barış istiyoruz ve beraberce bunu elde edebiliriz demenin bir yolu”.

 

Yorum Yaz

Yorum

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.