ile

FERHAT’IN UZATTIĞI EL

“Buraya çıkmak ister misin abla?”

Ferhat elini uzattı ve beni Keçi Burcu’nun burçları arasındaki küçük aralığa, kendi yanına doğru çekti. İkimiz o küçük aralıktan beraberce Hevsel Bahçelerinin muhteşem güzelliğiyle, Dicle üzerindeki On gözlü köprüye baktık.

“Nereden geldin abla?”

“Gelmeye korkmadın mı?”

“Gelmeden önce bizim hakkımızda ne biliyordun?”

“TV’de gördüklerine inanıyor muydun? Burada gördüklerin seni şaşırttı mı?”

Liseli Ferhat ardı ardına soruyordu. Burcun diğer aralıklarında duranlardan Rojan isimli güzel kız, “Yalnız başına mı geldin?” diye sordu. Emiriye, Elif ve diğerleri de katıldılar sohbete, “Muğla’dan geldim,” deyince, “Fethiye’den mi?” diye sordular. Hiç gelmemişler ama biliyorlarmış ismini. Esas merak ettikleriyse benim Diyarbakır’ı nasıl bildiğimdi, toprak evlerde mi yaşıyorlar zannediyordum…

Diyarbakır’a Mardin’den dolmuşla geçmiş, Sur içinde mütevazi bir şehir oteline yerleşmiştim. Şehrin eski bölümünde yüzlerce yıllık camilerin, kiliselerin, hanların, kervansarayların arasındaydım. Diyarbakırlıları ve yaşamlarını yeni yeni keşfedecektim. Ferhat’ın sorduğu sorunun cevabını tam olarak gerçekten bilmiyordum. Otelimde sevgiyle karşılanmıştım. Yalnız gezen kadınlara alışkındılar belki de, güvende olduğumu hissettirmişlerdi bana. Otelin yenilenme çalışmaları sürdürülüyordu bir yandan. Barış içinde geçen sürede ziyaretçileri artmıştı şehrin. Otelci de yeni yatırıma cesaret edebilmişti böylece. Batıda yaşayanlarla doğuda yaşayanlar birbiriyle tanışırken, otelci olarak onlar da misafirlerine asgari konforu sağlamaya soyunmuşlardı. Bana yeni dekore edilen bir oda verdiler.

Nisan 2015’in Diyarbakır’ı umut enerjisiyle doluydu. O zor yıllar arkada kalmıştı. Gençliğimde başlayan savaş ortamı, yöreyi görmemi ve ülkemin nerdeyse yarısıyla tanışmamı engellemişti. Ama barış için masaya oturan taraflar, giderek birbirleriyle güven tesis etmeye başlamışlardı. Kadim halkların toprakları kimbilir kaçıncı kez savaştan çıkıp barışı görüyordu.

Gaziantep’ten bu yana Halfeti, Urfa, Mardin, Midyat ve Hasankeyf’i gezmiş, Ermeni mimarların ve taş ustalarının ellerinden çıkmış nice güzel bina görmüştüm. Her bölge kendine en yakın kaynaktan taşını çıkarıp kullanmıştı. Krem renginden bal rengine kadar nice tonlardaki taşlara yüzyıllardır süsleme yapmış, kendini ifade etmişti yöre insanı. Sabırlıydılar, sanatçıydılar belli ki. Kuşaklar gelip geçmiş, taş gibi dirençli, dayanıklı karakterleri değişime uğramamıştı. Diyarbakır’ın taş rengi ise siyaha yakın gri bazalt. Zaman zaman da iki taş sırasının arasına bir sıra Urfa’dan getirilen kremsi beyaz taş döşeyip enine çizgili binalar yapmışlar. Daha çok görülen model ise gri taşa yapılan beyaz süslemeler. Cahit Sıtkı’nın evi, kent müzesi olarak hazırlanan Cemil Paşa Konağı, Ahmet Arif Müze Evi ve Surp Giragos Kilisesi gibi.

Hasan Paşa Hanı’nda ve Diyarbakır Evi’nde sık sık kahvaltıyla kahve keyfi yaptım. Han her zaman çok kalabalık, rengarenk ve cıvıl cıvıldı. Diyarbakır Evi ise sessiz avlusuyla adeta huzur köşesi, okumak/yazmak için birebirdi. Ama bir Sülüklü Han var ki, kendimi en iyi hissettiğim yer oldu her zaman. Hasan Paşa gibi her daim kalabalık değil, özellikle sabah saatleri huzurlu, akşama doğruysa yer bulmanın zor olduğu kolektif bir işletme. Çalan müzik ve çalışanlar çok özel. Müdavimleri her yaştan insan. Uzun saatlerimi geçirdiğim günlerim oldu orada, taşta kahve içtiğim, günlüklerimi yazdığım… Yan masalardaki sohbetlere kulak misafirliği ettiğim o günlerde Diyarbakırlı gençler beni çok zaman şaşırttı.

Diyarbakır’ın kültürel hayatına katılmak kendiliğinden gerçekleşti benim için. Bütün büyük şehirlerde görülen canlılığa ve yoğun etkinlik takvimine sahipti şehir. Sinema, tiyatro, konser ve sergi… hepsinin de izleyicisi heyecan doluydu. Bütün bu etkinliklerden iki tanesi üzerimde derin iz bıraktı.

Orhan Asena sahnesinde izlediğim Devlet Tiyatrosu oyunu UÇLAR, tecavüz ve  kadına şiddeti işleyen oldukça iyi oyunculuğuyla yüzümüze bir tokat gibi indi diyebilirim. Oyuna ara verildiğinde bir müddet koltuklarımıza çivili halde kaldık. Salon tamamen doluydu, tesadüfen bilet bulmuştum. Otelin yanından bindiğim taksiyle geldiğim tiyatrodan yine aynı şoförle geri döndüm. Tiyatronun yakınında taksi durağı yoktu. Tiyatro izleyen herkes arabalıydı sanki, oyundan sonra otopark bir anda boşaldı, beni almaya gelecek taksiyi beklerken ana cadde gecenin sessizliğine geçivermişti hemen. Tecavüz konulu bir oyundan çıkınca böyle bir ıssızlık insanı tedirgin edebiliyor. Neyse ki fazla bekletmeden gelen taksiciyle yola çıktım. Otel fazla uzak değildi, belki 7 dakikalık bir yol… Şoför merakla oyun neden bahsediyordu diye sorunca da uzayan bir yol. Gece, bomboş Diyarbakır caddeleri ve bir taksinin içinde sadece bir kez gördüğüm bir adama, oyundaki tecavüzü ve mahkemenin erkeğin tarafında hareket edeceğinden kuşku duymayan kadının çaresizliğini anlattığım o uzun 7 dakika. Ve şoförün sessizliğe gömülüp başka soru sormaması… Acaba daha sonra kalkıp oyunu izlemeye gitmiş midir merak ediyorum?

Aylar öncesinde GAROD isimli belgeselin peşine düşmüş, bazı sorunlar nedeniyle piyasaya dağıtılamadığı için alamamıştım. Ermenice ‘Hasret’ demekmiş Garod. Onnik Dinkyan’ın hasreti… 1915’de Derzor’a kadar ulaşma şansını bulan aile Fransa’ya yerleşince orada doğmuş Onnik. Aile daha sonra Fransa’dan ABD’ye göç etmiş. Onnik, Anadolu Ermeni ezgilerini ailesinde öğrenmiş ve ömrü boyunca söyleyegelmiş. Oğlu Ara Dinkyan’ın bestelerini ise Sezen Aksu sayesinde tanıyoruz (Dinata Dinata- Gel gel sarışınım gel). Belgesel Onnik’in Türkiye’ye ilk ziyaretinde çekilmiş. Filmde 75 yaşındaki Onnik, detaylarını babasından duyduğu mahallede el yordamıyla geçmişiyle bağlantı kurmaya çalışıyormuş. Belgeselin tanıtım yazılarından biliyordum bunları.

Diyarbakır Evi’nde yaptığım bir kahvaltı sonrası ödeme yapmak üzere kasaya gittiğimde küçük bir afiş halinde Baba oğulun konser duyurusunu görünce gözlerime inanamadım. Büyükşehir belediyesi salonundaki konser ücretsizdi üstelik.

İçimden bir ses konserde belgeselin de satılacağını söyledi. Yanılmamıştım, ilk DVD’yi alan ben oldum o gece! Önce belgesel gösterildi, arkadan konsere geçildi. Salonda çokça diaspora Ermeni’si vardı. Telefonlarından uzaklarla görüntülü bağlantı kurup gördükleriyle dinlediklerini paylaştılar hattın diğer ucundakilerle. Konserin Diyarbakır’da olması ne büyük anlam taşıyordu bu insanlar için. Onnik şimdi 86 yaşındaymış, hiç yorulmadan salonu coşturarak şarkılarını artarda söyledi. Oğlu Ara da uduyla hem çaldı hem yönetti.

Belgeselin peşinde koşarken, beklenmedik bir anda ve yerde onları canlı olarak izlemiş olmak gerçekten inanılmazdı. Filmin çekildiği yıl Diyarbakır’daki Surp Giragos Kilisesi çatısı olmayan, sadece sütunlarıyla harap biçimde gözüküyordu. Onnik orada bir dua seslendiriyordu. Dinlerken boğazıma bir şeylerin düğümlendiği, yutkunmamın zorlaştığı bir görüntüydü bu.

Konserin ertesi günü o kiliseyi ziyarete gittim. Restorasyon çok yeni bitmişti. Bahçede konuşan iki kişiden daha sonra adının Güzide olduğunu öğrendiğim hanıma “Kiliseyi gezebilir miyim, açık mı?” diye sordum. “Tabi ki, her zaman açık.” Dedi. Daha sonra bendeki ilgiyi görünce rehberlik edip, bahçedeki oluşumları da gezdirdi, çan kulesinin hikayesini anlattı. Akşam Onnik ile Ara’nın konserinde olduğumu, belgeselde kilisenin harabe halini gördüğümü, o halden bu hale gelişin muhteşem bir çalışma olduğunu söyledim. Biz konuşurken bahçeye bir grup girdi, Güzide hanımla bana, “Bonjur” diyerek ellerimizi sıktılar. Güzide hanım onlara Fransızca olarak ziyaretçi olduğumu ve akşamki konseri izlediğimi aktardı sanıyorum ki bana dönüp nereli olduğumu ve Ermeni olup olmadığımı sordular. 1915’in Diyarbakırlı ailelerinin çocukları ya da torunları olan bu grup, 100.yıl anma etkinlikleri için gelmişler ve ben tam da bu zamanda bu yerde onlarla beraber olabilmiştim.

Diyarbakır’a ait olduklarını bilen bu insanlar, aidiyetlerinin heyecan, hüzün ve sevincini yaşarlarken onlara tanıklık etmem tesadüf olabilir miydi? Son altı ayını Ermeniler üzerine yazılan kitapları okuyarak, belgeselleri ve panelleri izleyerek geçirmiş birinin hayatına böylesi karşılaşmaların girmesi, çekim yasasıyla açıklanabilir herhalde.

 

Diyarbakır, kadim halklarının aidiyetlerini barış içinde yaşamaya başladıkları yer olmaya evirilmiş haliyle bana huzur, mutluluk, heyecan ve yeniden gelme, hatta bir süreliğine ev tutup yaşama arzusu vermişti. Benim Diyarbakır’ımdı artık o…

 

Yorum Yaz

Yorum

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.