ile

Yeni Zelanda’da Eko Tatil ve Zaman Kavramı

Adadaki ikinci beş günümü geçireceğim evin sahibi Dave, minibüsüyle beni plaj evinden gelip aldı. Kendi evlerine götürürken yol boyu sohbet ettik. Bu kez deniz kıyısında olmayan, yeşilliklerin içinde bir yer seçmiştim. Ama en önemli özelliği ekolojik yaşamın sürdürüldüğü bir konaklama olmasıydı. Dave bana genel bir tanıtma yapıp, misafirler için ayrılan binanın üst katındaki odama çıkarttı. Odamın adı Pukeko idi. Bu, Yeni Zelanda’nın uçmayan kuşlarından birinin adı. Kuşun rengi mavi, bacakları ve gagası kırmızı. Sanki uzun bacaklı bir tavuk misali uzun adımlarla yerde koşturuyor. Banyom aşağı katta ve bana özeldi. Dave, alt kattaki odada benim gibi yalnız bir kızın kaldığını söyledi. Mutfağı onunla paylaşacaktık.

Binalardan bahçe duvarına kadar mekândaki her oluşum, geri dönüşümlü malzemelerden yapılmıştı. Yaşadıklarımı arkadaşlarımdan birine yazdığım mektupta şöyle anlatmıştım:

… Burası bir Eco Lodge. Böyle bir deneyimim olsun istedim. Bilmek başka, uygulamak başka oluyor tabiî ki.

Mutfakta yemek hazırlarken, elimdeki kâğıdı oraya, meyvenin kabuğunu şuraya, plastiği buraya, şişeyi öteye, tenekeyi beriye derken, aman suyu çok kullanma, deterjan iki damla, şiştim valla. Tuvalette sifon ayarlı, ancak küçüğünü temizler. Duş yaparken duvarda asılı olan şampuan, krem ve vücut jelini kullanıyorsun, çünkü benimkiler “ECO” değil.

Yağmur suyu kullanılıyor bütün adada. Belediye, kullanımın kontrollü olması için fosseptik tanklarının seviyesini de günlük not aldırıyor. Yağmur suyu karbon filtreden geçerek evde kullanılıyor, hatta içilebiliyor bile… Fosseptiği de arıtıp bahçe sulamasında filan kullanıyorlar. Dünya için bir dikkat bir dikkat halindeler. Dünyanın geri kalanı … sıvıyor bunlar pür dikkat.

Binayı, ondülin benzeri malzemeler ve de geri dönüşümlü ağaçlarla oluşturmuşlar. İlk geldiğimde –biraz da kumsaldaki evin güzel estetiğinden sonra- acayip bir çirkinliğe girmiş gibi oldum. Sonra dolaştıkça/yaşadıkça pek çok detay fark ettikçe, olayı çok sevmeye başladım.

Başka bir arkadaşıma da yaşadıklarımın farklı açısını paylaşmışım:

… bugün Yeni Zelanda’da bir haftam doldu. Dört ay çok az gelecek hissiyatına düştüm.

Plajdaki evden çıkıp, adanın ortalarına yeşillikler içine geçtim. Burası bir sertifikalı Eco Lodge. Her şey o kadar ECO ki alışmak zaman alacak. Fotolarını gönderiyorum. Bahçede oturunca, benim sevdiğim o korunmuşluk, kucaklanmışlık hissini duydum. Vadileri bu nedenle çok seviyorum. Vaktiyle arazimi de bu güzel his nedeniyle almıştım. Önü açık yerlerde enerji kaçıp gidiyor gibi geliyor bana.

Terasın uzantısında açık hava sıcak banyosu var. Bunlar bu işe çok meraklılar. Auckland’da iki gece kaldığım evde de vardı. Dave (ev sahibi) akşam yıldızlar altında o banyoya girmemi söyledi. Hâlbuki bahar mevsiminde akşamlar soğuk oluyor, su sıcak da olsa bunun bir de çıkışı ve odaya kadar gidişi var. Doğrusu cesaret edemedim. Suyla ilgili şeylerde bir çekingenlik var üzerimde nedense. Beş gün kaldığım plaj evindeki kanoyu da suya indirip gezmedim. Henüz deniz bana göre ısınmış sayılmaz. Cart diye suya devrilme durumunu göze alamadım. Tuhaf bir şey bu… nereden bungy jumping yapacağımı sürekli araştırırken, bir karış soğuk suya düşersem diye ya da sıcak sudan çıkınca titrersem diye cesaret gösterememek… Cesaret denilen şey tuhaf bir şey külliyen…

Lodge’un diğer odasında Wellington’dan gelmiş genç bir kız kalıyor. Yani çoluk çocuk gürültü vs. yok Allaha şükür. Bugün çevre gezisi yaptım yine yürüyerek. Dört, beş kilometrelik uzaklıklara gidip dönüyorum. Marketten yiyecek ve içecek alışverişi yaptım. Misafirlere ait bir mutfak var. İstediğimizi pişirebiliyoruz. Dave ve Sue’nun yirmibeş senedir yaptıkları asıl işleri yemek hazırlamakmış. Yemekleri adrese teslim ediyorlar. Ayrıca organizasyonlara da yemek hizmeti veriyorlar. Mesela Cumartesi bir düğüne yemek yapacaklarmış.

Evdeki ikinci akşamımda yaşadığım farkındalığın günlük kaydı:

Dün akşam içkimi bardağa koyup yanına birkaç somonlu kanepe hazırladım ve yeşil bahçeyi, bana huzur veren yeşil rengi izlemeye dışarı çıktım. Uzun keşif yürüyüşümün ardından duşumu almış, gevşemiştim.

Şarabımı yudumlarken bahçedeki ağaçlara dikkatle, farkına vararak bakmaya başladım. Örneğin zeytin çiçek doluydu. Oysa daha bir hafta önce gözümün önündeki bir başka zeytin ağacındaki zeytinler yağı sıkılmak üzere toplanmayı beklemiyor muydu? Hatta sert esen bir rüzgârda üzerindeki olmuşlar yere dökülmemiş miydi?

Ya biraz ilerdeki şeftalinin üzeri küçük küçük yeşil meyvelerle dolu değil mi? Peki ama o çok sevdiğim şeftalinin mevsimi bitti diye üzülen ben değil miydim? Artık buzluk şeftalisi başladı diye şeftali almayı bırakan, bir anda meyvelerden neyi yiyeceğini şaşıran, daha çok yeni olarak ben değil miydim?

Şu taptaze yapraklı asmanın üzerinde dut kurusu benzeri yeni oluşumlar birkaç ay sonrasının üzüm salkımlarının hazırlığı değilse nedir?

Sanki altı, yedi ay geriye ışınlanmıştım. Dejavu! Yaşadıklarımı yeniden yaşıyordum. Ya da şöyle düşünülebilir: Altı, yedi ay ileri fırlatılmıştım. Bir şeyleri yaşamayı altlayarak buraya gelmiştim.

Gerçek neydi? Neredeydi? Hangisiydi? Var mıydı?

Benim gerçeğim sadece burada, şimdi benim gördüğümdü: Hava ilkbahar serinliğinde, bir güneşli, bir duş şeklinde yağan yağmurlu; zeytinler ve asmalar meyveye durmuşlar. Şeftaliler büyümekte. Bahçedeki şifalı bitkiler yemyeşil, dip diri.

O zaman ben, zamanın neresindeyim? Önünde, arkasında, sağında solunda?

O zaman, baharı yaşıyorsam şimdi, yani geriye düştüysem, yeniden yangın olacak mı? Yeniden elimin altındaki her şey gidecek ve ben yine her şeyi yeniden almaya başlayacak mıyım?

Belki de geriye değil de ileriye atıldım. O zaman aradan geçecek zaman içinde yaşayacağım şeylere ne oldu? Tanışacağım insanlar, okuyacağım kitaplar, yazacağım günlükler, izleyeceğim filmler, gideceğim ülkelere ne oldu?

‘Zaman’ dediğimiz, dümdüz ileriye gittiğine inandığımız çizgide, hiç düşünülmeyen bir değişiklik olduğunda anlıyor insan bunun sadece bir yanılsama olduğunu. Her şey ne kadar da kabul edilmişlikler halinde.

İki üç gün önce, kaldığım plaj evinde, elimdeki dergide editörün yazdığı yazıyı okuyordum: “En sevdiğim mevsim geliyor, yaza kim bayılmaz ki? Aralık ayı gelirken içim içime sığmaz olur” diye başlamıştı. Yazar, yağmurlu ve gri geçen bir kışın ardından yaza giriyor olmanın coşkusunu dilde getiriyordu. Birden fark ettim: Aralık ayı bana, içime kapandığım, gri ve yağışlı havalar nedeniyle şöminenin ateşi başında geçirdiğim bol okumalı yazmalı günleri düşündürür. Oysa yazar denizi, kumsalı, yelken yapma özlemini anlatıyordu. Aynı Aralık ayının farklı şeyler düşündürdüğü iki kişi. Onun ‘Aralık’ı mı, benim ‘Aralık’ım mı doğru?

Çocuklara ilk öğretilen bilgilerden değil midir mevsimler? Buradaki çocuk Aralık-Ocak-Şubat için yaz mevsimi diye öğreniyorsa doğrunun yalnızca tek bir tane olduğundan bahsetmek mümkün mü?

Şimdi ve burada olmayı öğrenmek böyle bir şey.

Beynin otomatikten getirdikleriyle değil o anda önündeki duruma karşı ne yapman gerektiğiyle ilgili yaşamak.

“Bazen uzaklaşmak gerekir yakınlaşmak için / Sanki dünya değil” kitabından

(Martı Dergisi’nin Mart 2013 sayısında yayınlanmıştır)

Yorum Yaz

Yorum

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.